
“Yeryüzünün Sesi” Sergisi Üzerine
Uzunca bir süredir kendisinin işliklev adını verdiği mekanda üretimlerini sürdüren Lütfi Özden’in “Yeryüzünün Sesi” adlı sergisi, ses ve imge arasındaki ilişkileri yorumlayan ekolojik bir farkındalık çağrısı. İşlik ev, sayıları yüzü aşan ve çoğu patentli özgün müzik aleti ve ses düzeneği tasarımlarının yanı sıra, çizimleri, resimleri, mikrofonları, mikserleri, ses pedallarını, talaş ve budak gibi üretim süreçlerinin organik tanıkları olan her türlü atık ve fazlalıkları da barındırmasıyla doğa ve teknolojinin harmanlandığı üretken bir mekan.
Özden “yeryüzünün sesi” başlığını seçerken, sese dayalı üretimlerinin ses potansiyellerini yeryüzünün çoklu ve değişken yapısına yönelik bir metafor olarak ilişkilendiriyor. O yüzden, işliklevin paydaşları arasında köknar, ekşi kara dut, kayın, ladin, kayısı, dut, şimşir, fındık, akçaağaç, kiraz, zeytin, Hindistan cevizi ve maun ağacı, deri, demir, taş, dörtyüz milyon yaşında bir fosil, çelik, beton gibi doğal ve buluntu öğeleri içeren seçilmiş bir kaynakça var. Özden için yeryüzü olgusu havaya, suya, toprağa ve bitkiye temas ettiği kadar insanı da kapsayan bir genişliğe sahip.
Doğa, ses, melodi, yankı, tını, gürültü ve mekan arasındaki dinamik ilişkileri keşfetmeye odaklanan sergide ses öğesi kimi zaman kaotik bir etkileşim kimi zaman da bir doğaçlama alanı olarak karşımıza çıkıyor. Özden, sesi sadece işitsel bir öğe olarak kabullenmekten ziyade onu bir forma dönüştürerek görsel ve işitsel dünyalar arasında yeni diyaloglar kuruyor. Mekan ise bu diyaloğa ev sahipliği yapan, sesin yankılandığı ve dönüştüğü bir alan olarak kuruluyor.
Kandinsky “Sanatta Zihinsellik Üzerine” (1912) adlı kitabında bize sesi görmeyi rengi de duymayı öneriyordu. Özden’in ahşap kasalar üzerine uyguladığı ve minimal izlenimler bırakan doğaçlamalarını da bu anlamda seslerin çizgisel ve lekesel karşılıkları olarak algılamak gerek. Özden yeryüzünün organik potansiyel verilerinden hareket ederek sanat- zanaat, tasarım ve işlev arasındaki ilişkileri farklı düzlemlerde sorguluyor. Üçlü ve beşli akor düzenine sahip ses aletleri elektronik pedallardaki gecikme ve yankı (Delay ve reverb) eklentileriyle, ton değişimlerine maruz bırakılıyor ve böylece ortaya, maddenin mevcut ses potansiyelinin sınırlarını zorlayan bir deneysellik çıkıyor. Burada seslerdeki tonal bozulma ile ekolojik bozulma arasında dolaylı bir eleştirellik de söz konusu. Enstrümanlardan çıkan sesler ne kadar zorlamasız ve kendiliğindense yüzeye düşen öğeler de o oranda yalın ve doğal. Öte yandan, enstrümanlara dokunma izni vermesiyle Özden izleyiciyi temas ve birlikteliğin önemini fark etmeye davet ediyor. Bu yaklaşım aynı zamanda Özden’in sesi yapısal ve düşünsel anlamda sorgulama aşamasında gündemine aldığı rezonans kavramını gösterir. Resonans işliklev ses aletleri aracılığı ile izleyici- katılımcı ile birlikte tamamlama ve bozma düşüncesine odaklanmaktadır. Zaman zaman rahatsız eden zaman zaman sakinleşen ortamın belirleyici öznesi olan izleyici ile bir arada seslenmeler; insanın ekosistemde yarattığı bozulmalara gönderme yapar.
Lütfi Özden’ın tasarımla bütünleşen yalın nesneleri, mekanın statik yapısına sesi de ekleyerek onu dinamik bir deneyime dahil ediyor, Bu bağlamda, yeryüzünün gürültüsünü birer sessel veri olarak kabul ederek insan merkezci bakışı açısını sorguluyor. Sergideki nesne-heykeller ve nesne-resimler bozulan kent dokusuna, endüstriyel tahribata yönelik duyarlığın işaretleri olarak algılanmalı. Gerek rastlantısal ve atonal gerekse belli bir armoniye dayanan ses düzenekleri yoluyla izleyiciyi hem fiziksel hem de metaforik bir yolculuğa çıkaran bu tasarımlar izleyiciyi “duymak” ve “hissetmek” arasındaki ince bir çizgide tutuyor. Mekan da artık sergilemenin pasif bir taşıyıcısı değil, sesle etkileşen ve dönüşen bir fikirler platformuna dönüşüyor. Serginin tümü, ses dalgalarının görsel bir dile aktarıldığında sessizliğin bile nasıl bir “felsefi mekan” yaratabileceğini sorguluyor.
Ferhat ÖZGÜR / Şubat 2025