Güncel Sergiler

ŞEHİRLER DE UNUTUR

“Bir Nevi İşgal Hali” Olarak Hafızanın Gönüllü Teslimi

Bala Gürcan Madra

Şehirlerin dokusu, bazen gösterişli, bazen sessiz sedasız gerçekleşen el değiştirmeler ve göçlerle şekillenir. Askerî fetih ya da reconquista gibi fiziksel müdahalelerin ötesinde, kültürel iktidar da mevcut düzeni değiştirmenin bir yoludur. Bu yeniden inşa süreci, kimin şehirde “evinde” hissettiğini, kimin dışarıda kaldığını belirler. Gülsün Karamustafa’nın Bir Nevi İşgal Hali sergisi, şehre ait olma duygusunun yalnızca yüzyıllar içinde değil, kişisel hayatlarımızda da defalarca sarsılıp yeniden inşa edildiğini gösterirken, aynı zamanda işgalin bıraktığı kalıcı izleri de derinlemesine ele alıyor.

Fiziki yapıların çok ötesinde şehirler, sosyal ve kültürel ilişkilerle örülen karmaşık ağlardır. Bu dokuda, insanların şehri şekillendirme ve onunla etkileşime girme biçimleri öne çıkar .Fransız sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre’nin 1968 tarihli Şehir Hakkı adlı eserinde işaret ettiği gibi, “şehir hakkı, yalnızca mekâna erişim değil, aynı zamanda onu dönüştürme ve gündelik hayatla yeniden yaratma hakkıdır.” Lefebvre’nin ortaya attığı bu kavram, şehri kapitalizmin etkilerinden arındırılmış, kolektif olarak yaratılan bir yaşam alanı olarak talep eder. Ancak günümüzdeki şehirler bu idealin çok uzağındadır.

Galata Kulesi’nin anahtarının Bizans’tan Osmanlı kontrolüne geçişi, şehri dönüştürme hakkının el değiştirdiği böyle bir anı temsil eder. İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümüne denk gelen 1953 yılında kulenin girişine, “29 Mayıs 1453 Salı sabahı, Cenevizliler Galata kolonisinin anahtarlarını Fatih Sultan Mehmed’e takdim etmiş ve Galata’nın teslimi 1 Haziran Cuma günü tamamlanmıştır,” bilgisi eklenir. Yarım binyıl sonra dahi anlam değişmez: bir güç diğerine yol vermiştir; mutlak otorite, şehir hafızasına kazınmış anlatısı üzerinden gücünü tasdikler.

Henüz yeni kurulmuş olan Türkiye’de de 1945-1960 arası dönemde benzer bir dönüşüm yaşanır; fakat bu kez anahtarlar görünmezdir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından modernleşme adımlarıyla birlikte kentsel düzen yeniden tanımlanır. Bu dönemde şehirlerin fiziksel görünümü ve işleyişi Batı modellerine göre yeniden şekillendirilir; İstanbul ve Ankara’da yeni bulvarlar, meydanlar açılır, Batı mimarisinden esinlenen binalar inşa edilir, apartman yaşamı yaygınlaşır ve geleneksel mahalle yapısı dönüşüme uğrar.

Truman Doktrini (1947), Marshall Planı yardımları (1948) ve NATO’ya üyelik (1952) gibi önemli dönüm noktalarıyla birlikte refah ve ilerlemenin temsilcileri olarak görülen Batılı devletler – özellikle Amerika Birleşik Devletleri – Türkiye’nin yeni yol göstericisi konumuna gelir. Bu değişimin en gösterişli anlarından biri, 6-7 Aralık 1959’da ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın Türkiye ziyaretidir. Amerikan ve Türk bayrakları taşıyan halk, başkanın konvoyu geçerken pankartlar açar ve “We Like Ike” (Eisenhower’ı Seviyoruz) sloganları atar.

Bu ziyaret, sadece diplomatik bir olay değil, aynı zamanda yeni düzenin kültürel boyutunu da simgelemektedir. Sergide yer alan, Eisenhower’ın ülkede coşkuyla ve kutlamalarla karşılandığı video, Batılı bir liderin ziyaretinin diplomatik olmanın ötesinde toplumsal ritüellerle pekiştirildiğini vurgular. Oryantalizm eleştirileriyle bilinen Filistin asıllı yazar Edward Said, Kültür ve Emperyalizm (1993) adlı eserinde emperyalizmin yalnızca toprak işgalleriyle değil, aynı zamanda düşünce sistemleri, kültürel temsiller ve bilgi yapıları aracılığıyla da işlediğini vurgular. Kültürel hegemonyanın gücü fiziksel işgallerin ötesine geçer. Anahtarlar yalnızca kapılara değil; öznelerin arzu, duygu ve düşünce dünyalarına da erişim sağlar.

Zaman değişir, iktidarın araçları değişir, ancak hakimiyet mücadelesi baki kalır. Bir dönem farklı kültürleri yönetmenin bir aracı olan şahsen yapılan fiziki ziyaretler, yerini televizyon ekranlarına, tüketim ürünlerine ve popüler kültürün gösterilerine bırakır. Coğrafyaya özgü kültürel imgeler her geçen gün solarken, titizlikle yerleştirilen küresel semboller bu boşluğu doldurur. Her yeni jenerasyonla birlikte silikleşen kültürel anlatılar, sonunda birer uzak efsaneye dönüşür. Bu dönüşüm, yalnızca büyük tarihsel kırılmalarda değil, bireysel hikayelerde de kendini gösterir.

İstanbul’un yakın geçmişine baktığımızda, bir zamanlar yan yana yaşayan farklı toplulukların izlerini görürüz. Beyoğlu’nun Rum mimarların imzasını taşıyan sembolik binaları, terk edilmiş azınlık okulları, Ermeni ustalar tarafından işlenmiş kapı tokmakları ve sayıları azalsa da ayakta kalmaya devam eden sinagoglar ve ibadet yerleri…Bu izler, kent hafızasında açılan yaraları hatırlatır. Karamustafa’nın gül ağacından buluntu sütunlar içeren Cefakar Şehir (2021) adlı yerleştirmesi, yakın geçmişte silinen ve yeniden yazılan kent belleğini görünür kılar. Kent mekânındaki mücadeleleri belgeleyerek, bizi şehri yalnızca anıtları üzerinden değil, bir zamanlar barındırdığı yaşamlar üzerinden yeniden görmeye davet eder.

CITIES FORGET TOO

Memory’s Voluntary Exile as “A Sort of Invasion”

Bala Gürcan Madra

The fabric of cities is shaped by transfers of power and migrations — sometimes through spectacle, sometimes in silence. Beyond physical conquests and reconquistas, cultural power emerges as a subtler, yet equally potent, force of transformation. It determines who is welcomed within city walls and who remains on the margins. Gülsün Karamustafa’s exhibition A Sort of Invasion reveals how our sense of belonging to a city is repeatedly shaken and rebuilt—not only across centuries but within our personal lives—while examining the enduring traces left by occupation.

Cities are more than buildings and streets – they are tapestries woven from social and cultural threads. The ways people shape, navigate, and imagine the city become patterns in this intricate weave. As French sociologist and philosopher Henri Lefebvre argued in The Right to the City (1968), the right to inhabit a city is not merely about access, but about the power to transform it in everyday life. His vision of a collectively created city, free from capitalism’s grip, remains a distant dream in today’s urban landscape.

When the key to Galata Tower passed from Byzantine to Ottoman hands, it signaled not just a shift in rule but in the authority to imagine the city anew. Centuries later, during the 500th anniversary of Istanbul’s conquest in 1953, an inscription was added to the tower’s entrance:
“On Tuesday morning, May 29, 1453, the Genoese presented the keys of the Galata colony to Sultan Mehmed the Conqueror, and the surrender of Galata was completed on Friday, June 1.”
Even after five hundred years, the narrative remains the same—one power yielding to another, with authority etched into the city’s memory.

A parallel shift occurred in the early years of the Turkish Republic between 1945 and 1960, though this time the “keys” were invisible. Following World War II, modernization redefined the urban order. Western models inspired a dramatic reshaping of cities: new boulevards and squares emerged in Istanbul and Ankara, modernist buildings rose, apartment living became the norm, and traditional neighborhoods underwent radical transformation.

Moments like the Truman Doctrine (1947), the Marshall Plan (1948), and Turkey’s NATO membership (1952) positioned the West—especially the United States—as Turkey’s compass for progress. A telling scene unfolded during President Dwight D. Eisenhower’s visit in December 1959: crowds lined the streets, waving Turkish and American flags, chanting “We Like Ike.” This was not mere diplomacy, but a symbolic ritual of cultural allegiance.

Footage from this visit, included in the exhibition, captures how Western political presence was elevated into public celebration. Edward Said, the Palestinian scholar known for his work on Orientalism, argued in Culture and Imperialism (1993) that imperial power operates not just through military occupation but through cultural domination—controlling how people think, what they desire, and how they represent themselves. Keys, then, do not only unlock doors – they open access to the inner realms of perception, desire and belief.

Though the tools of power evolve, the struggle to control space and meaning endures. Where once foreign visitors marked conquest, now global consumer goods, media, and pop culture icons saturate urban life. Local identities erode as standardized images fill the void. With each generation, the cultural memory dims, until what once was turns into distant legend. These shifts are not only marked by grand historical ruptures but by the quiet transformations within the tides of everyday life.Looking at Istanbul’s recent past, we see the fading footprints of communities that once shaped the city’s identity: buildings in Beyoğlu bearing the marks of Greek architects, shuttered minority schools, door knockers crafted by Armenian artisans, and synagogues that still stand, despite dwindling congregations. These remnants speak to the wounds etched into the city’s collective consciousness. In her installation Stoic City (2021) featuring found rosewood columns, Karamustafa brings these traces to the surface. Her work makes visible an urban memory that has been buried, overwritten, or forgotten. By documenting the struggles in urban space, she invites us to see the city anew—not only through its monuments, but through the lives it once harbored.